7 Haziran öncesinde Ak Parti, iç - dış bir çok odak tarafından saldırı hedefi haline gelmiş bir siyasi kadronun tepkisel diline sahipti. 

İçinden çıkardığı Cumhurbaşkanı hedefti, onunla bağlantılı, onun arkasında duran herkes hedefti. Bütün Ortadoğu’da Ak Parti’nin örnek olacağı düşünülen tüm siyasi hareketler hedefti, sonuç itibariyle onların en yaldızlı örneği olarak Ak Parti de baş hedefti.

Ortak cephe oluşturulmuş ve yoğun saldırılar gerçekleşmişti.

Bunun, hem yöneticiler planında hem taban planında Ak Parti’nin kimyasını etkilememesi mümkün değildi.   

O kimyanın ürettiği duygu öfke ve keskinleşme idi.

Ben hep şunu söylerim:

-İslam coğrafyasına yönelik agresif baskı ve kuşatmalar, Müslümanın kimyasını öfke ile bilenme istikametinde etkilemiş, bu da Müslümanın özgün kişiliğinin öfke ağırlıklı olarak dönüşmesine yol açmıştır. Medeniyet kuran bir Müslüman karakteri ile vatanını kurtarma mücadelesi veren Müslüman karakteri aynı olmuyor. Hele müstevliler insanlık dışı her türlü uygulamayı reva görüyorlarsa...

Türkiye’deki hal neydi?

Ak Parti neyi temsil ediyorsa o iktidardaydı.

Ama bu iktidar, halktaki bütün karşılığına rağmen kendisini içerden ve dışardan kuşatma altında hissediyordu.

İktidar olmak ona güç veriyor, ama içerdeki bazı odakları da devreye sokan derin kuşatma, her şeyi göreceli hale getiriyordu.

Evet, bunun ürünü dilin sertleşmesi, kendi tabanını tahkim eden, ama bunun onun ötesindekilerde nasıl bir tesir icra edeceğini ihmal eden, hatta duygu buluşmasını ihmal eden bir dildi.

Öfke dilinin tabanın bir kesiminde ve taraftar medyanın bazı köşelerinde karşılık bulduğu da doğrudur.

Ama 7 Haziran’da, tabanın bir kısmının kuşatılamadığı anlaşıldı. Şöyle bir soru bence önemli:

7 Haziran’da ulaşılan yüzde 41’in yüzde kaçı, partinin hakim dilini onaylıyor veya kendi insan ilişkilerinde o dili kullanıyor?

Bence bunun tahlil edilmesi lazım.

Bence Türkiye toplumu, Ak Parti’den en azından içeriye dönük daha kendinden emin,  daha geniş kitleleri kuşatıcı bir dil bekliyor.

Aslında Ak Parti, doğrudan kitlelerle buluştuğu durumlarda, öyle bir dili tercih ediyor. Orada anlaşılıyor ki önce Türkiye toplumunun, statükodan kaynaklanan sorunlarını inceliyor,  farklılaşmalar, cepheleşmeler, kopuşlar, devletle sürtüşmeler vs. gibi sancılardan kurtulmak gerektiğini düşünüyor ve çareler arıyor. Alevi meselesi, Kürt meselesi, gayrı müslim azınlıklar ve dindar toplum kesimlerinin meselelerine eğilinmesi gibi. 

Ama aynı hassasiyet, mesele partilerle ilişki boyutuna geldiğinde, sanki o partilerin halkla hiçbir ilişkisi yokmuş, o partiler soyut varlıklarmış gibi bir tavır gelişiyor.

O da, mesela genel söylemlerde “78 milyonun temsilcisi olma” vurgusu yapan Ak Parti’yi ve onun lider kadrolarını daralan bir halk desteği ile karşı karşıya bırakıyor.

Ben şahsen toplum psikolojisine baktığımda şunu hissedebiliyorum:

-Sanki Ak Parti’ye oy verenler bir yana, vermeyenlerin büyük bölümü bile, Türkiye’yi yönetme sorumluluğunu üzerinde en çok hisseden siyasi kadronun Ak Parti kadroları olduğuna inanıyor. Muhalefet olsun diye muhalefet eden kadrolar var bir, bir de bu ülkenin yücelme mücadelesine baş koyanlar var.

Mesele, Ak Parti’nin bu özgüven içinde, başlangıçta yola çıkıldığında olduğu gibi, istisnasız tüm toplum kesimlerinin ulaşılabilecek potansiyel olduğu inancı ile “dil, üslup, tavır, politika ve karakter” oluşturmasıdır.

Adeta her şeye yeniden başlıyormuş gibi.

Hani şimdilerde kuvvetle altı çizilen “Ak Parti ruhu” yoksa bu muydu?

Davutoğlu, İstanbul’dan Hakkari’ye selam yollarken böyle bir dil ile konuşuyormuş gibi algıladım ben.